Anasayfa İletişim
ANASAYFA DİKAB İHL İLAHİYAT DHBT DİB-MBSTS İSLAMİYET DİNİ RPOGRAMLAR Çocuklara Özel ZİYARETÇİ DEFTERİ
Not:
yapımdayız....Sitemize Destek Olmak İçin Reklamlarımızı Tıklayın...
 

İMAM HATİP LİSESİ, İLAHİYAT, DİKAB, YLSY İLAHİYAT, ARAPÇA, FIKIH, TEFSİR, SİYER, İSLAM TARİHİ

FIKIH DÜNYASI

SON ZAMANLARDA ÖZELLİKLE MÜSLÜMANLAR ÜZERİNDE BİR ÇOK OYUNLAR OYANAMAYA ÇALIŞAN BAZI KOMİTELER,ÖZELLİKLE PEYGAMBERE OLAN BAĞLARI KOPARTMAK İÇİN SİNSİ PROPAGANDALAR YAPMAKTA AŞAĞIDA BİRKAÇINI ZİKRETMEYE ÇALIŞACAĞIZ..LÜTFEN OKUYUN....!!!


 

1)BEŞER OLMASI HASEBİYLE PEYGAMBERİMİZ VE İNSANLIĞIN ONA BAKIŞ AÇISI

2)PEYGAMBERİMİZ VE MUBAREK NESEBİ.
 
3)KURAN DİLİYLE RAHMET PEYGAMBERİ.

4)PEYGAMBERİMİZ VE MUCİZELER.

5)KABÜL-Ü ÜMMET 

Farklı Donanım ve Hususiyetleriyle Allah Resulu (s.a.s)
Prof. Dr. Yener Öztürk
Bu konuyu yazıcıya gönder Bu konuyu arkadaşına gönder
Bu yazı 1692 kez okundu.

Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu, özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir.

Allah Resûlü’nün ve diğer bütün peygamberlerin bir beşer olması, onlar için bir noksanlık değil, aksine bir kemaldir. Bir beşer değil de, melek veya cinlerden birer fert olsalardı, insanlara önder olamaz ve rehberlik edemezlerdi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, ilk muhatap kitle içinden, kendi cinslerinden birisinin peygamber olarak gönderilmesindeki hikmeti kavrayamayan yahut kavramak istemeyenlerin “Allah peygamber olarak bir beşer mi gönderdi?” (İsrâ, 17/94) şeklindeki itirazlarına karşı şu cevap verilmiştir: “(Ey Nebi) Onlara (şu sözümü) ilet: Eğer yeryüzünde (insan değil de) itmi’nanla yürüyen melekler olsaydı, Biz de onlara (onların cinsinden bir) melek peygamber gönderirdik.” (İsrâ, 17/95)

Resûl-i Ekrem gibi, diğer peygamberler de birer beşerdir ve insanoğluna gönderilmiştir. Eğer böyle olmasaydı, insanlar onlarla konuşup anlaşamaz ve onlarla iletişim imkânı bulamazlardı.1 Bu itibarladır ki Kur’ân “Eğer Biz peygamberi bir melek kılsaydık (melek olarak gönderseydik) onu yine bir insan suretinde gönderirdik..” (En’âm, 6/9) buyurmaktadır.

Beşerî Yönünü Vurgulayan Âyetleri Nasıl Anlamalıyız?
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Resulü’nün beşerî yönünü dikkatlerimize arz eden âyetler vardır. Bu hususu en belirgin şekilde dile getiren ‘De ki, ben de sizin gibi bir beşerim.’ ifadesinin yer aldığı âyetlerdir.

İşte Kur’ân’ın bu vurgusundan hareketle kimi dikkatsiz zihinlerce ‘Allah Resulü donanım olarak diğer insanlardan farkı olmayan bir beşer’ olarak düşünülmektedir. Ne var ki Kur’ân-ı Hakîm’in ifadelerine bir bütünlük içinde baktığımızda bu türden bir algıyı/iddiayı destekleyici bir anlamın çıkarılamayacağı görülecektir. Meselâ Fussilet Sûresi’nde geçen âyet-i kerîmeye sonrasıyla (siyakıyla) bir bakalım: “De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, yalnız bana şu vahyolunuyor: Sizin ilâhınız, sadece bir tek İlâhtır. Artık O’na istikamet içinde yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. O’na eş/ortak tutanların vay hâline!” (Fussilet 41/6. Ayrıca bkz. Kehf 18/110)

Esasında ‘sizin ilâhınız, sadece bir tek ilâhtır’ şeklindeki bir sonraki cümle böyle bir vurguyla neyin kastedildiğini bütün berraklığıyla ortaya koymaktadır ki bu da, Allah Resûlü’nün ilâh olmadığı, dolayısıyla onda ulûhiyet özelliklerinin aranmaması gerektiğidir. Yani bu ve benzeri âyetler Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer insanlar gibi beşerî ihtiyaçlarının olduğu, teklife muhataplığı, ölümlü oluşu, Allah bildirmedikçe gaybı bilemeyeceği, güç ve kuvvetinin sınırlılığı gibi hususları içermektedir. (Nitekim Allah Resulü de bu emrin gereğince Allah’ın koyduğu nizama uygun hareket ediyor ve derin kulluğunun yanında arkasındakilere beşeriyetin gereği olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi meşru dairedeki zevk ve lezzetlerin âdâbını fiilen talim ediyordu.) Öyleyse bu cümlenin içeriğinden Allah Resulü’nün sıra üstü özel donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini dışlayıcı bir anlam çıkarılamaz. Zîrâ bu âyet sadece onun beşer üstü bir varlık olmadığı hususunu vurgulamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu çerçevede Allah Resulü’yle ilgili olarak yer alan başka âyetler de vardır ki, bunlarda da aynı noktaya temas edilir. Meselâ İsrâ Sûresi’nde şöyle buyrulur:

“Ve ‘Biz’ dediler; ‘Sana asla inanmayacağız. Ta ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler. Yok, yok! Bu da yetmez, senin altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın. Ama unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de senin oraya çıktığına inanmayız ha!’ De ki: “Fe Sübhanallah! Ben sadece elçi olan bir beşerden başka bir şey miyim?”(İsrâ, 17/90-93)

Bu âyetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki Resûl-ullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşeriyetine vurgu yapılarak verilen cevap, müşriklerce ulûhiyete has olan şeylerin ondan istenmesine yöneliktir; zor durumda bırakma kastıyla ondan beşer kudretinin ötesindeki icraatların beklenmesiyle ilgilidir. Yani o bir beşerdir ve beşerin ilâh olması imkânsızdır. İşte bu imkânsızlığı açıkça belirtmek için Allah Resûlü’nün beşerîliği ön plâna çıkartılmıştır. Dolayısıyla bu cümle hiçbir şekilde Hz. Peygamberin ‘donanım ve konum bakımından’ diğer insanlardan bir farkının olmadığı iddiasını destekleyici bir delil olma özelliğine sahip değildir.

Bir kere daha vurgulamak gerekirse, bu çerçevede şeref-nüzul olmuş âyet-i kerimeler Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı hususiyetleriyle fevkalâde donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini reddedici bir anlamı asla taşımamaktadır, bu âyetler yalnızca onun beşer üstü bir varlık olamayacağını dile getirmektedir. Öyle görünüyor ki -eksik bir şekilde yorumlanan- bu âyetlerden hareketle Allah Resûlü’nün beşerî yönünü mübalağalı vurgularla öne çıkarmaya çalışanlar, onun, farklı hususiyetleri ve farklı donanımıyla ilâhî vahye/kelâma mazhar müstesna bir beşer olduğunu unutmuş bulunmaktadırlar.

Bu çerçevede önemli bir hususu daha hatırlatmakta yarar görüyoruz: Tarihî süreçte peygamberlerin risalet yönüne odaklanıp beşerî yönünü akıllarına sığıştıramayanlar onları -Hz. İsa örneğinde olduğu gibi- insanüstü bir varlık gibi düşünmüş ve beşerî yönünü görmezden gelmişlerdir. Ancak Allah Rasulü’nün ümmetinden hiçbir fert onun beşer olma vasfını inkâr etmemiş ve daha önceki bazı toplumların kendi peygamberleriyle ilgili düştükleri yanılgıya düşmemişlerdir. Müslümanlar ‘eşhedu en lâ ilahe illellah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasulühü’ diye şehadet getirirlerken, O'nun risaletinden evvel kulluğuna şahitlik etmişlerdir.
Allah Rasulü’nün tâ baştan tembih mahiyetinde şu sözü de ümmetinin söz konusu bir yanılgıya düşmemesinde etkili olmuştur: “Sakın Nasarânın (Hristiyanların) İsa b. Meryem hakkında aşırı övüp ifrat ettiği gibi benim hakkımda ifrata düşmeyin; ben, Allah’ın kuluyum. Öyleyse (benim için) ‘Muhammed Allah’ın kulu ve Rasulü’dür’ deyin.” (Buharî Enbiya 48; Hudûd 31)

Netice olarak ifade etmeliyiz ki Hristiyanların Hz. İsa’yla alâkalı ifratkâr düşünceleri ne kadar yanlışsa, bugün kimi teologların Allah Rasulü’yle ilgili sıradanlaştırıcı tefritkâr yaklaşımları da en az o kadar yanlış ve üzüntü vericidir.

Özel Donanımı
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), şüphe yok ki bir insandır. Beşeriyetinin gereği olarak bizde bulunan şeyler onda da bulunur; o da yer, içer ve uyur. Ayrıca bizim sahip olduğumuz duygular onda da vardır. Ancak müşterek olduğumuz bu özellikler2 onun donanımının bizimle aynı seviyede olduğunu gösteren bir delil değildir. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların istidatça en yüksek ve ahlâkça en mükemmel olanıdır.

Bediüzzaman Hazretleri Mucizat-ı Ahmediyye adlı eserinde Allah Resulü’nün yüklendiği görev itibariyle böyle olması gerektiğini kendine has mantık örgüsüyle ele alır. İlgili yeri kısmî bir sadeleştirmeyle aktarmak istiyoruz: Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, şuur ve fikir sahibi konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem onlarla konuşacak, elbette onlar içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak elbette insanlar içinde hitaba kabiliyetli ve en mükemmel olanlarla konuşacaktır. Madem.. nev-i beşere mukteda (rehber) olacaklarla konuşacak, elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta olan.. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ile konuşacak. Nitekim konuşmuş, resûl olarak görevlendirmiş ve nev-i beşere rehber yapmıştır.3 Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşsiz bir beşer oluşunu dışarıdan (Batılı) birisi olarak Prens Bismark da şöyle ifade eder: “Ben iddia ediyorum ki Muhammed eşsiz bir kuvvettir. Artık ‘Kudret Eli’nin böyle ikinci bir vucudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.”4

O (s.a.s.) bu yüksek ruhî özelliklere sahip kılınmasaydı melekler ve yüce âlemlerle irtibat kurma imkânı olmazdı (Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ, s. 455) ve Kur’ân gibi mu’ciz bir beyan onun kalbine yüklenemezdi. Zîrâ bütün vahiylerin hülâsası, son ve en kapsamlı bir hitaba muhatap kılınma, özel bir durumdur, bunun için O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıra üstü bir donanıma sahip olması gerekir.

Esasında bütün varlığı ilgilendiren bir mesaja ve kâinatın rengini değiştirecek bir nura (vahye) muhatap olarak seçilen kişinin nazarı en geniş, şuuru en derin ve ahlâkı en yüksek bir Zât olması kaçınılmazdır. Nitekim Kur’ân’da yer alan “Şüphe yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem 68/4) âyeti bu hususa işaret etmiş olmaktadır. Şöyle ki risalet gibi yüksek bir misyonu temsil edecek Zât’ta yüksek bir hulukun (ahlâkın) bulunması gerekir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak yüksek donanımlı bir halk ile (yaratılışla) mümkündür. Denilebilir ki belli darlıklar içinde bulunan bizler kendimizi zorlasak dahi Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel donanımını hakkıyla anlayamayız. Zîrâ ‘hayırlılar içinden seçilmiş’ (Sâd 38/47) peygamberler zümresinin istidat ve ahlâkça en yüksek olan bir ferdinin mahiyetine ait derinlikler, ruh aynamızın kabiliyeti nispetinde bize aksedecektir.

Hâsılı, yüce Allah hâtemu’n-nebiyyîn olan Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün peygamberlerin mesaj ve mirasına vâris olmak üzere seçmiştir. Böylesine önemli bir işi/misyonu yüklenecek olan Zât’ın fevkalâde bir donanımının olması kaçınılmazdır.

Bakış Açısındaki Saygının Korunması
Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’ın tercümanı ve elçisi olma sıfatıyla Allah’ın insanlar hakkında razı olduğu model bir şahsiyettir (üsve-i hasenedir). Bu itibarla da onun normal beşerî davranışlarında dahi risaletinin boyası vardır.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayatın bütün alanlarında model şahsiyet olma hususiyetini risaletinden aldığı ışıkla/güçle gerçekleştirmiştir. Nitekim risaletinin aydınlığında yürüyen bir beşer olması sayesindedir ki, onun normal fıtrî muameleleri (âdetleri) bizler için ‘âdâb’ olmuştur.5 Ve yine bu sayededir ki, onun insanlarla olan beşerî münasebetleri sıra üstü ahlâkî güzellik ve örnekliklerle neticelenmiştir.

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde hususiyetleri olan resul bir beşerdir. Bir başka ifadeyle O, semavîliği içinde arzîliği, arzîliği içinde de semavîliği temsil eden bir beşerdir. Şu hâlde O Zât hakkında eksik ve yanlış bir kanaate düşmemek için bu hususun zihinde sürekli canlı tutulması gerekir. Sözgelimi, siyer ve hadîs kitaplarından O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) çarşı içinde bedevî bir Arap karşısında -bir atın pazarlığıyla alâkalı olarak- ısrarını (Ebu Davud, Akdıye 20; Nesaî, Buyu’ 81) takip ederken, bir taraftan da O'nun beşerin idrak sınırlarını aşan İsrâ-Mi’rac gibi öteler ötesi varlıkta misli olmayan kutsi bir yolcuğun sahibi olması6 gibi yönlerini de mülâhazaya almamız gerekir.7 Evet, bu gibi durumlarda nazarlarımızı her vakit O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuranî mahiyetine ve risalet mertebesiyle temsil olunan mânevî şahsiyetine çevirmeliyiz. Aksi takdirde –farkında olmaksızın- ya O’na karşı saygıda kusur ederiz veya O’nun büyüklüğü hakkında şüpheye düşeriz.8

Bugün saygı mevzuunda bazı kesimlerce içine düşülen çıkmazlardan biri de -modern zamanların pozitivist ve rasyonalist tesirlerinden beslenen- indirgemeci bir üslûpla Allah Resûlü’nün ‘sıradan bir tebliğci/postacı’ gibi görülmesidir. Bu sakim anlayışın da sonuçları itibariyle saygı sınırlarını zorladığını belirtmemiz gerekir. Çünkü mesajı getiren Zât’a karşı kusurlu bakışın, onunla gelen mesajın da kusurlu bir şekilde algılanmasına sebep olacağı açıktır.

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygının devam eden bir duyarlılıkla korunması lâzımdır. Zîrâ zaman eskidikçe mesajın bizim zihinlerimiz ve nazarlarımızda solmaması, hep taze olarak hissedilmesi ve bizde sürekli o mesaja müracaat etme istek ve arzusunun kalması, bu saygının canlı tutulmasına bağlıdır. Hâsılı, mesajla mesajı getiren zât arasında çok önemli bir münasebet vardır. Onların saygınlıkları korunduğu nispette mesajlardan istifade oranı da o nispette artmış olacaktır. 9

Bir İtiraz ve Cevabı
Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı korunması gereken saygı konusunda yapılan bu vurguları mübalağalı görenler itiraz mahiyetinde şöyle demektedirler: O, içimizden birisidir, farklı bakışlarla onun bizden uzaklaştırılması, onu takip etmeyi/örnek almayı imkânsız kılmaktadır.

Şüphe yok ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizden birisidir. Nitekim Kur’ân da ‘içinizden biri’ anlamında bu duruma ‘resûlen min enfusihim’ (Âl-i İmrân 3/164) ve ‘resulen minhum’ (Cuma 62/2) gibi ifadelerle dikkat çeker. Bununla birlikte Kur’ân Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde özellikler sahibi seçkin bir beşer olduğunu da bize öğretir. Öyle ki Kur’ân’da Allah (celle celâlühü) için kullanılan iki sıfat Hz. Peygamber için de kullanılır: “Kasem olsun ki size nefsinizden (kendi içinizden ve cinsinizden) öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. O ki size çok düşkündür (üzerinize titrer); inananlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir (raûf ve rahîm’dir).” (Tevbe 9/128)

Bu İlâhî beyanın ışığında O'nunla alâkalı tespitlerimize özen göstermemiz gerekir ki o da şudur: Evet Allah Resulü içimizden birisidir, ancak O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir hususta seviyemize indirilecek birisi değildir. Bir diğer ifadeyle, O hem-cinsimizdir, yani içimizden bir beşerdir; ama O'nda, bizde olmayan derinlikler vardır.10 O ki (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca üstün ahlâkın her bir ünitesini/şubesini en yüksek mertebeleriyle temsil edip11 eşsiz bir rehberlik sergilemiştir. Bunun için olsa gerektir ki yaşadığı hayata/ömre bizzat Allah tarafından kasem edilmiştir. (Hıcr 15/72)

Kısa bir hatırlatmadan sonra, Allah Resûlü’nün üstün donanımını görmek istemeyenlere şu soruları yöneltmek istiyoruz: 1- Hep yüksek düşünüp yüksek yaşamış ferd-i ferîd bir şahsiyeti konumuna uygun bir şekilde anlatma gayretinin nesi/neresi onu kendimizden uzaklaştırma faaliyetidir? 2- Acaba sıradanlaştırılmış bir peygamber tasavvuru bize ne kazandıracaktır? O'nu kendi seviyemize indirmenin pratikte ne gibi yararı olacaktır? Bu durum Hakk’a teslimiyetimizi mi artıracak, yoksa hayatımızı daha derince yaşamamızı mı temin edecektir? Hiçbirisi.

Esasında üsve-i hasenemiz (model şahsiyetimiz) olan bir beşeri (peygamberi), ahlâkî değerleri temsilde hep ileri bir noktada ve üst bir çizgide bulmamız/görmemiz, gücümüz nispetinde bizi ona yakınlaşmaya sevk/teşvik eder. Bu hareketlilik de sürekli olarak yükselişimize vesile olur.

Öyle anlaşılıyor ki peygamberleri bilerek veya bilmeyerek sıradan bir seviyeye çekme ve bu düzlemde değerlendirmeye tâbi tutma anlayışı/alışkanlığı, akıldan ziyade nefsin arzularından kaynaklanmaktadır. Zîrâ nefis, zor/sıkıntılı durumlar karşısında kolayca hata işleyebilen veya beşerî zaaflarına –hâşâ- yenik düşebilen sıradanlaştırılmış bir peygamber tasavvuru içinde yanlışlarını/günahlarını, daha kolay şekilde saklama imkânı bulmaktadır. Yani bir peygamber için bile bunlar rahatlıkla söz konusu olabildiğine göre endişe edilecek bir durum yok demektir. Evet, peygamberleri yüksek hâlleriyle kabullenmeye razı olmayan nefislerin onları kendileri gibi sıradan bir beşer olarak görmeyi arzu etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.

İşte bu olumsuz neticeye maruz kalmamak için Resûl-i Ekrem’e, nefsin değil, vahyin takdim ettiği şekliyle bakılması gerekir. Şimdi bu zaviyeden şu âyet-i kerimeyi yeniden okumaya çalışalım:“Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât etmekte (O'nun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte)dirler. O hâlde siz de ey müminler O'na salât edin (yani O'nun şanını yüceltmeye özen gösterin) ve O'na içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin).” (Ahzâb 33/56) Bu ilâhî beyandan, saygıya ve övgüye en çok hakkı olanların peygamberler olduğunu anlıyoruz. Öyleyse onlara karşı gerek düşünce, gerekse söz ve yazıda dikkatli olmaya çalışmak bizim için bir sorumluluk olmalıdır.

Netice
Peygamberler (aleyhimüsselâm) üstün karakter ve yüksek haslet sahibi müstesna insanlardır; Onlar sıradan bir beşer değillerdir. Öyleyse inanmış her bir fert bu mümtaz silsileyi -hususiyle bu silsilenin son ve en mükemmel halkası olan Allah Resulü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek hâl ve konumuyla kabul etmeli ve bu duyarlılığı korumayı bir vecibe bilmelidir.

* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
yozturk@yeniumit.com.tr


Dipnotlar
1. Bu bağlamda yapılmış bulunan izahlar için bkz. Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ, s. 455-456.
2. Esasında burada da yine gözden uzak tutulmaması gereken önemli bir detay söz konusudur. Hz. Peygamber, yeme-içme ve uyuma özelliklerine sahip olma bakımından bizimle aynıdır, yoksa o yemek ve uykunun ölçü ve miktarı bakımından da bizlerden çok farklı yaşamıştır. Ömrü boyunca hep sınırlı bir uyku ve hayatta kalmasına vesile olabilecek bir yemekle yetinmiştir.
Bunun yanında Hz. Peygamber’in cismanî güç bakımından da farklı bir derinlikte yaratıldığını gösteren sahih rivayetler vardır. Meselâ başta Buhari olmak üzere birçok muteber hadîs kaynağında Allah Resulü kendisinde normal insanlardan otuz defa daha üstün bir erkeklik gücünün olduğunu ifade buyurmuştur. (Bkz. Buharî, Gusl 12; İbn Hanbel, Müsned, III, 291.) Buna rağmen O (s.a.s) –mahremi olmayan- bir kadına başını kaldırıp bakmamıştı. Bu O'nun kadına karşı ilgisiz bir tabiata sahip olmasından kaynaklanmıyordu. O'nu böyle iffetli hâle getiren Allah’a karşı olan saygı ve haşyetiydi. Zîrâ Rabbi O'nu bütün güzel hasletleri temsil etsin diye yaratmıştı. (M. Fehullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız s.74)
3. Nursî, Said, Mucizat-ı Ahmediyye, Şahdamar yay. İstanbul 2008, s. 5.
4. Bkz. Mustafa Ateşmen, Avrupalı Gözüyle İslam, Y. Asya yay. İstanbul 1973, s. 196.
5. Edebin her bir nev’ini/ünitesini en güzel bir surette Allah O'nda cem etmiştir. Nitekim bu hakikati teyiden Allah Rasülü de bir hadislerinde şöyle buyurur: “Rabbim bana edebi en güzel bir surette ihsan etmiştir.” Münavî, Feyzu’l-Kadir, I, 225.
6. Bkz. ayetler için: Necm 53/1-8. Hadîs-i şerifler için: Buharî Salat 1, Müslim, Eman 259; Ebu Davud, Edeb 35; İbn Hanbel, Müsned, III, 148.
7. Allah (c.c) bu davetle haslar üstü has bir kulunu -varlığın mülk ve melekût mertebelerini birer birer gezdirip/kat ettirip- imkân ve vücub arası bir noktaya (kab-ı kavseyne) ulaştırmıştır. (Bkz. Necm, 9).
8. Bediüzzaman hazretlerinin yaklaşımı için bkz. Mucizat-ı Ahmediyye, Şahdamar yay, İstanbul 2008, s. 18-19.
9. Özetleyerek iktibasta bulunduğumuz bu yorum için bkz. M. F. Gülen, Sohbet-i Canân, GYV yay, İstanbul 2004, s. 55-60.
10. Bu âyet-i kerimeyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişilmesi imkânsız iki derinliği dikkatlerimize arz edilir: 1. Her şeyden önce O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendini unutmuşluk ölçüsünde, derdimizi kendi derdi gibi görüp onların acısını her vakit içinde yaşamaktadır. 2. O’nun insanlıkla hususiyle inananlarla ilgisi yalnızca sıkıntılarını derinlemesine vicdanında duymakla da kalmamaktadır; onların akıbetini tehlikeye sokacak problemlerin halli için tabiri câizse kutsi bir hırsla gayret sarf etmektedir.
11. Nitekim bu hususa Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi şu nebevî beyanıyla dikkat çeker: “Ben üstün ahlâkî hasletleri tamamlamak üzere gönderildim/görevlendirildim” Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 8.












             FIKIH KÖŞESİ

)


SAĞLAM KAYNAKLARDAN VE DEĞERLİ ALİMLERDEN MERAK EDİLEN KONULARI AKTARACAĞIZ.TESLİMDEN BAŞKA ÇARE OLMAYAN SORULARA CEVAP GETİREN ALİMLERİN CEVAPLARINI YAYINLAMAYA ÇALIŞACAĞIZ.SADECE FIKHİ DEĞİL TEFSİR,SİYER,HADİS VE BİR ÇOK DİNİ SUALLERE ALİMLERİMİZİN CEVAPLARINI ARAŞTIRIP YAYINLAMAYA ÇALIŞACAĞIZ İNŞ..



PEYGAMBERİMİZİN ANNESİ VE BABASININ DİNİ NEDİR-ONLAR KURTULUŞ EHLİMİDİR?
FETRET DEVRİNİ TESBİTTE VE PEYGAMBERİMİZİN ANNE VE BABASINI TENZİHTE ÖLÇÜ
Fetret Devrİnİ Tesbİtte Ve Peygamberİmİzİn Anne Ve Babasini Tenzİhte ÖlÇÜ

Fetret, iki peygamber arasında peygambersiz geçen devre manâsınadır. "Fetret" denildiği zaman Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ile Hz. İsa arasında geçen altı asra yakın zaman akla gelir. Bu karanlık devre-de yaşayan insanlar üç kısma ayrılmaktadır. Şöyle ki:

a) Cenâb-ı Hakk'ın varlığını bilen ve birliğine inananlar:
Bunları ikiye ayırmak mümkündür. O devredeki insanlar içinde Kuss bin Sâide ve Amr bin Nüfeyl gibi (1) hiçbir şeriata dahil olmadan tefekkür yoluyla Allah Teâlâ'nın varlığına inanan kimseler bulunmakta, Tübbâ ve kavmi gibi bir şeriata bağlananlar görülmekteydi. Bir şahsın "mü'min" sayılması için aranan îman-ı icmâlî bu iki sınıfta da mevcut olduğundan bu kimseler, ehl-i îman sayılmaktadırlar.

b) Vahdâniyet inancını değiştirip şirki kabul eden, uydurma bir ta-kım hükümler ile şeriat vaz'ına kalkışan, bazı işleri helâl bazı davranış-ları da haram olarak tanıtıp yayan kimseler.

Bu sınıfın başında Amr bin Luhay gelmektedir. Bu kimse, Arablar arasında putperestliği vaz edip yayan; Maide suresinin 103. âyetinde zikredilen "Bahire, saîbe, vasîle ve ham" (2) gibi hükümleri uyduran şahıstır.

Amr bin Luhay ve benzeri kimselerin şirk ve küfür ehli olduğunda hiçbir itiraz yoktur ve bunların cehennem azbına uğrayacakları kesindir.

c) Müşrik ve muhavvid olmayan, kendi adına bir şeriat uydurma-yan ömrünün tamamını gaflet içinde geçiren kimseler:

"Fetret ehli" denilince ilk akla gelecek bu sınıftır. İslam ulemâsı bunların azap olunmayacaklarına dair birçok deliller göstermişlerdir. Mevzûa açıklık kazandırmak bakımından onlardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:

1- "Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kimseye ve kavme) azab ediciler değiliz" (3).

2- "Bîr memleketi helak etmek dilediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de orada (bu emre rağ-men) itaattan çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azab) hak olmuştur. İşte biz onu artık kökünden mahv-ü helak etmişiz-dir"(4).

3- "Kendi elleri (ve ihtiyarları) ile öne sürdükleri (küfür ve zu-lüm) yüzünden onlara herhangi bir musibet geldiği zaman, "Ey Rabbimiz bize bir peygamber göndereydin de biz de âyetlerine it-tiba edeydik, müminlerden olaydık ya" deyecek olmasalardı..."
(5).

4- "Senin Rabbin memleketlerin ana merkez (ler) ine, karşıla-rında âyetlerimizi okuyacak bir peygamber gönderinceye kadar, o memleketleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalim olan memle-ketlerden başkasını helâk edici de değiliz" (6).

Bu âyet-i kerimeler müvacehesinde ortaya çıkan dinî hüküm şu-dur: Kendisine bir peygamber daveti ulaşmayan bir kimse azap olunmayacaktır. Yukarıda geçen (a) ve (b) şıklarında açıklanan kimseler hakkında İslam ulemasının görüş birliği vardır. İhtilaf, (c) şıkkında ele alınan iman ve şirke dair bir tavrı görülmeyen, ömürleri fetret devrinde ve gaflet içinde geçen kimseler üzerinde vakî olmuştur.

Bu ciheti izaha çalıştıktan sonra, Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v.) in muhterem ebeveyninin durumlarını ele almak isteriz. Hz. Abdullah ile Hz. Âmine necat ehlidirler. Kendilerinin şirke bulaştıkları-na dair en küçük bir delil yoktur. Bilakis, tevhide yönelik bir inancın sa-hibi olduklarını gösteren sözleri vardır. Ne Peygamberimizin muhterem anne ve babası, ne de diğer enbiyanın ebeveynleri asla küfür ehli değillerdir.

Peygamber (s.a.v.)'in dedelerinde ve nenelerinde, yani Hz. Âdem'den başlayarak Abdülmuttalib'e kadar gelen silsile-i nesebinde bile bir tek şirk ehli yoktur. Sûre-i En'âm 74. âyetinde İbrahim aleyhisselâm babası olarak zikredilen "Âzer" e gelince, bu hususta iki te'vil ve izah bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, Âzer'in putlara tapma-ya başlaması Nûr-ı Muhammedi'nin Hz. İbrahim'in annesine intikalin-den sonra olduğuna dair görüştür (7).

İkincisi, Hz. İbrahim'in babası Târah'tır. Âzer, İbrahim aleyhisselâmın amcası olmaktadır (8). Amcaya "baba" demek, bu gün bazı memleketlerde âdet olduğu gibi o devirde de yaygındı. Binâen aleyh onun geçtiği kanallarda asla şirk şâibesi yoktur.

Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i. şeriflerinde "Ben, temiz babaların sulbünden tertemiz annelerin rahimlerine intikal ederek (dünyaya) geldim" (9) buyrulmuştur. Müşriklerin necis olduğu âyet-i kerime ile sabittir (10). Taharet ile necaset, iman ile şirk ve dolayısıyla mümin i!e müşrik arasında tam bir tezat vardır. Bu naklî deliller ve mantıkî ka-ziyyeler müvâcehesinde Peygamber (s.a.v.)'in ecdâdından hiçbirinin müşrik olmadığını kabul etmek vacibtir (11).

Resûl-i Ekrem'in annesinin ve babasının îman ehli kimseler oldu-ğunu gayet açık olarak ortaya koyan konuşmaları ve şiirleri vardır. Bu cümleden olmak üzere, Hz, Âmine'nin ömrünün son dakikalarını ya-şarken söylediği şu beyitleri birlikte tedkik ve tahlil edelim:

Bârekellâhü fîke min ğulâmin,
Yebnellezi min havmetil-hamâmi:
Necâ bi avn'il-melikil'minâmi,
Fe vüddiye ğadâted-darbi bissihâmi;
Bi mietin min ibilin sivâmin,
İn Sahha mâ ebsartü fil-menâmi,
Fe ente meb'ûsün ilel enâmi.
Tüb'asü fiI-hilli ve fil-harâmi,
Tüb'asü fit-tahkîki ve'l-İslâmi,
Dîni Ebike'l-berri İbrâhâmi,
Fallâhü enhâke anil-asnâmi,
Enlâ tüvâlihâ maa'l-akvâmi... (12).
Bu beyitlerin mânâsı:

"Ey oklarla kur'a atıldığı sabah dehşetli bir ölüm korkusu çekilirken yüz deve (yemin) fidyesi karşılığında kurtulan (Abdullah) ın oğlu! Bü-yük bir güvercinin müjdesinin mahsulü hayatı olan yavrum! Eğer gör-düğüm rüya tabir ettiğim gibi çıkarsa, sen insanlara ve cinlere, hil ve haram (halkın) a peygamber olarak gönderileceksin. (Büyük) baban İbrahim'in dini olan İslâm'ı tahkik (ve tasdik) için peygamber olacak-sın. Kavimlerle birlikte devam edip gelen putlar (a tapmak) tan Allah seni nehyetti".

Hz.Ârnine, bu beyitleri terennüm ettikten sonra şu sözleri söyleye-rek ruhunu teslim etti: "Her canlı ölür, her yeni eskir, her çok azalır ve yaşlanan herkes yok olur. Şübhesiz ben de öleceğim. Fakat temiz bir oğul dünyaya getirdim. Nâmım ebedî olarak anılacak tır"(13).

Bu ebyat ve yapılan bu konuşma, Hz. Âmine'nin bir müvahhide ol-duğunu açık ve seçik ifadelerle ortaya koymaktadır. Zira o, İbrahim aleyhisselâmın dinini anmakta, oğlunun İslam dinini tebliğ için Allah tarafından peygamber olarak gönderileceğini, kavimlerin arasında de-vam edip gelen putperestlikten nehy olunduğunu açıklamaktadır. Bun-lar, tevhid inancından başka neyi ifade eder? Tevhid, Allah Teâlâ'nın varlığını, onun ulûhiyyetini, şerikinin bulunmadığını ve putlardan uzak durmanın zaruretini itiraftır (14).

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in babası Hz. Abdullah da îman, edeb ve yüce bir seciyye sahibiydi. Alnında parlayan nûr-i Muhammedî'nin ken-disine kazandırdığı müstesna güzellik sebebiyle, kendisiyle karşılaşan Mekke kızları ona ilân-ı aşk ediyor ve fakat Hz. Abdullah, yüzü ile bir-likte gözünü ve özünü aydınlatan nûrun tesiri ile iyi ve kötü işlerin ma-hiyetlerini ve sonunda doğacak sorumlulukları görüyor ve hissediyor-du.

Onsekiz yaşında bulunduğu sırada Varaka bin Nevfel'in kız karde-şi Kutîle binti Nevfel, Kâbenin yanında Hz. Abdullah'a ilân-ı aşk etmiş ve arzusuna tâbî olur ise kendisine yüz tane deve vereceğini söyle-mişti (15). Vâlid-i peygamberî, asâletine uygun yolu seçmiş, ne serve-tin ne de şehvetin tesirine kendisini kaptırmamış ve bahsi geçen kadı-na, hak ettiği cevabı edeb ve edebiyat çerçevesi içinde vermişti:

Emmel-harâmü fel-memâtü dûneh,
Vel-hillü le ehallü festebînih;
Yahmil-kerimü ırdahû ve dineh,
Fe keyfe bil-emrillezî tebğîneh (16).
Bu beyitlerin nazmen tercümesi:
Haram (olan zinâ suçu),
Ölüm ondan hafif acı;
Halâl (nikah) daha tatlı,
Onu ara, ol kıymetli;
Şerefli korur kendini,
Hem ırzını, hem dinini;
Senin istediğin (kötü) işi,
Nasıl yapar kerim kişi?

Kavurucu Mekke sıcaklarının altında ve delikanlılık çağında bulu-nan Abdullah, Allah korkusu ve ahiret sorumluluğu ile, her ferdin kolay-lıkla gösteremiyeceği bir mertliği ibraz etmiş, yüz deveyi elinin tersi ile reddetmişti. Onun terennüm ettiği bu beyitlerin değeri, sadece edebî yönde kalmamakta; zinanın haram olduğuna dair inancını, meşrû bir nikah akdi ile evlenmenin daha doğru bir hareket olduğunu karşısında-ki kadına telkin etmekte ve zina suçunun ölümden daha acı ve feci bir cürüm olduğunu dile getirmektedir. Bu ifadeler akl-i selim süzgeçinden geçirilecek olur ise Hz. Abdullah'ın kâmil bir îmana sahip olduğundan başka neyi ifade eder?

Resûlüllah (s.a.v.) in anne ve babasının asaleti bu olmakla bera-ber, bazı hadis-i şeriflerden anlaşılan manâyı ihatalı olarak anlayıp izah edemeyen kimseler, tereddüde ve yanlış inançlara sebep olabile-cek beyanlarda bulunarak, Resûlüllah (s.a.v.) 'in peder ve validesinin -hâşâ- "ehl-i nâr" olduklarını kaydetmişlerdir. Biz bu gibi sözleri, İslam âlimlerinin tedkik ve tenkidleri ile tahlile tâbi tutacak ve cevaplandırma-ya çalışacağız. Bu ciheti ortaya koyarken İslam inançlarına ters düşen beyanları tashih etmek ve dinimizin şaşmaz ve şaşırtmaz ölçülerini göz önüne koymak istiyoruz.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Peygamber (s.a.v.), annesinin kabrini ziyaret etti ve ağladı. (Onun teessürü) yanındakileri de ağlattı. Daha sonra, "Annem için mağfiret dileğinde bulunmak üzere Rab-bimden izin istedim, müsade buyrulmadı. Kabrini ziyaret için izin istedim, buna müsade edildi. Artık siz de kabirleri ziyaret ediniz. Zira kabir ziyareti ölümü hatırlatır" (17).

Bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamber (s.a.v.)'in annesinin ve babasının ehli nâr olduğunu söyleyenlere cevap: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e annesi için mağfiret dileğinde bulunmaya izin verilmemesi, o muhterem kadının müşrik olmasını gerektirmez. "İstiğfar, günahkâr bir şahsın işlediği suçlarla muaheze olmaması için Cenâb-ı Hakk'a niyaz-da bulunmaktır". Fetret devrinde yaşadığı halde, cahiliyet kirlerine asla bulaşmamış ve oğlunun peygamberlik devresine yetişmemiş bir anne-de ne gibi bir suç ve kusur olabilir ki bunlarla muaheze ihtimali bulun-sun?

Resûlüllah (s.a.v.)'in ağlamasını, annesinin kabirde azap olundu-ğuna hamletmek, sakim bir mantık yoludur, fâhiş bir hatadır. Resûl-i Ekrem gibi ince ruhlu bir insan için ilk akla gelen cihet, kendisini dün-yaya getirip şefkatle büyüten annesinin, oğlunun peygamberlik devre-sine erişememiş olmasının teessürü ile ağlamış olacağıdır. Beyhekî'
nin rivayetinde, Hz. Ömer Fahr-i Kâinat Efendimizden "Ne için bu ka-dar ağladınız?" diye sormasına cevaben, "Onun rikkati bana (kalbi-me) geldi de o sebepten ağladım" buyurmuştur (18).

Müslim'in Enes bin Mâlik'ten olan rivayetinde şöyle açıklanmakta-dır: Peygamber (s.a.v.)'e bir şahıs gelmiş ve "Ey Allah'ın Resûlü! Ba-bam nerededir? Cennette mi, cehennemde mi?" diye sormuş. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) de "Cehennemdedir" şeklinde cevap vermiş. Bu adamın dönüp gittiği sırada kendisini çağırmış ve "Benim babam da senin baban da cehennemdedir" buyurmuş (19).

İmam Süyûtî, bu hadis-i şerif üzerinde enine, boyuna ve derinliğine tedkik ve tenkidlerde bulunarak şöyle demektedir: "Benim babam da senin babanda cehennemdedir" fıkrasında hadis râvilerinin ittifakı bulunmamaktadır. Bu ise bir za'f eseridir. Hadisteki bu ziyadeliği Ham-mad bin Seleme Sâbit'ten, o da Enes bin Mâlik'ten rivayet etmiştir. Bu rivayet tarikını Müslim sahihine almış bulunmaktadır. Aynı hadisi Mâ'mer bin Râşid de Sâbit'ten rivayet etmiş ve Hammâd bin Sele-me'ye muhalefet ederek bu fıkrayı zikretmemiştir.

Bu iki rivayetten Mâ'mer'e ait olanın Hammâd'ın rivayetinden daha kuvvetli ve huccet olmaya daha müsait olduğunu İmam Süyûtî tasrih etmektedir. Hammâd'ın ezberciliği hakkında hadis sahasında söz sahi-bi bulunan ilim adamları , "kîl-ü kal" etmişler ve rivayetlerinin arasında münker hadisler bulunduğunu açıklamışlardır. Hammâd, hadis ezber-lemez, duyduklarını kitabına yazar oradan rivayet ederdi. Üvey kızının bu yazılar arasına desise yapmasından şüphe ederdi. Buhârî, Hammâd'dan hiçbir hadis nakletmemiştir. Müslim'in tahriçleri de şeva-hide dair olup yalnız Sâbit'e inhisar etmektedir.

Mâmer'e gelince, onun ezberleme kabiliyetinin güzel ve zabtının sitâyişe lâyık olduğuna işaret olunmaktadır. Naklettiği hadislerden hiç-biri kudretli ilim adamları tarafından red ve inkâra maruz kalmamıştır. Bu rivayetlerin bir çoğunda Buhârî ve Müslim ittifak etmişlerdir (20). Bahsi geçen hadisin Sâ'd bin Ebî Vakkas yoluyla gelen rivayeti, aynı lafızla nakl olunmakta ve Mâ'mer'in rivayetini teyid eder mâhiyettedir. Bu hususlar dikkate alınınca, Mâmer'in rivayetini Hammâd'ın rivayeti-ne tercih gerekmektedir (21).

Hulâsa etmek gerekirse , Tevbe suresinin 113. âyetindeki "Ne peygamberin ne de mümin olanların müşrikler için istiğfar etme-leri doğru değildir" meâlindeki yasaklama, "Peygamber (s.a.v.)'in ba-ba Ve annesi hakkında nâzil olmuştur" diyenler, bu açıklamalar karşısında dayanak ve kaynak noktasından tamamen mahrum bulunmakta-dırlar. Bu âyet-i celile, Peygamber (s.a.v.)'in ebeveyni hakkında değil, Ebû Talip hakkında nâzil olmuş bulunmaktadır (22).

Ebû Tâlip, babadan yetim ve anneden öksüz kalan Peygamberimizi küçük yaşından itibaren himayesine almış, kendi çocuklarından ayırt etmeden bir sevgi ve ilgi göstermeye başlamıştı. Ondan bahse-derken "oğlum" diyor ve bu ifade ile hitap ediyordu. Şam yolculuğu sı-rasında Rahip Bahîrâ "Bu çocuk senin neyin oluyor?" diye sorduğu za-man da "oğlum" cevabını vermişti. Rahip, "Onun babasının hayatta ol-maması lâzım. Elimizdeki kitap öyle haber veriyor" dediğinde, "Evet, doğrudur. Babası vefat edince yanıma aldım, evladım gibi sever ve il-gilenirim" demişti.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kendisine peygamberlik geldiğinde, halkı İslam'a davet ediyor ve elleriyle yonttukları sonra karşısına geçip tap-tıkları putları takbih ediyordu. Bu duruma öfkelenen müşrikler, Ebû Tâlib'e gelerek "Oğluna söyle, bizim ilahlarımıza dil uzatmaktan vaz geçsin" diyorlar ve Fahr-i Kâinat'tan bahsederken "oğlun" diyorlar-dı(23).

Amcaya "baba" demek teâmül haline geldiğinden bazı âyet-i keri-meler de bu üslûp üzerine nâzil olmuş bulunmaktadır. Bir örnek vere-lim: Yakup aleyhisselâm vefat edeceği zaman çocuklarını etrafında toplamış ve onlara "Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" diye sormuştu. Onlar da: "Senin ilâhına, babaların İbrahim'in, İsmail'in İshâk'ın bir tek ilâh olan Allah'ına ibadet edeceğiz" (24) cevabını vermişlerdi.

Bu âyet-i celilede "baba" olarak zikredilen Hz.İsmail, Yakub aleyhisselâm'ın amucası; Hz. İbrahim de dedesi olmaktadır. Biz, sözle-rimizi sona erdirmek isterken Şerefüddin Münâvî'nin bu husustaki gayret ve hiddetini dile getiren bir hususu arz etmek isteriz: Bir adam, bu âlim-i celile gelerek, "Peygamber (s.a.v.)'in babası cehennemde mi-dir?" diye bir soru yöneltmiş. Bu zad şiddetle bağırarak:"Peygamber (s.a.v.)'in babası fetret zamanında vefat etmiştir. Peygamber gönderil-mezden önceki fetret devrinde ölenler için azap yoktur" demiştir (25).

Allah Resûlü'ne ezâ veren bir söz, inanç ile alâkalı ise imâna zarar verir. Onun nesebine ta'n ifade eden laflar, Cenâb-ı Hakk'ın gadabını tahrik eder, Bu cihetleri dikkate alarak, insanlık âlemine böyle bir evlat hediye eden Abdullah ile Âmine hazeratının saygı ve hürmetle anılma-sını hatırlatır, onların yüzü suyu hürmetine Peygamber (s.a.v.)'den şefaat bekleriz.

________________________
(1) Bir hadis-i şerifte "Kuss'a sövmeyiniz. Zirâ o, müslümandı" buyrulmakîadır (el-Hâvî
lil-Fetâvi, c. 2, sh.380).
(2) Bunlara dair geniş bilgi almak isteyenlere "Elmalı Tefsirinin cilt 2 sh. 1823 deki
izâhatı okumalarını tavsiye ediriz.
(3) Sûre-î İsrâ, 15.
(4) Sûre-i İsrâ, 16.
(5) Sûre-i Kasas 47.
(6) Sûre-i Kasas 59.
(7) Tecrid-i sarih trc. c. 4 , sh. 695.
(8) el-Hâvî lil-Fetâvî, c. 2, sh. 373.
(9) el-Hâvî lil-Fetâvî, c. 2, sh. 267.
(10) Sûre-i Tevbe, 28.
(11) Tecrid-i Sarih trc. c. 4, sh. 695 (12)el-Menhelü'l-azbil-mevrûd, c.9, sh. 96.
(13) el-Hâvî lil-Fetâvî. c.2. sh. 387.
(14) el-Menheîü'l-azbil-mevrûd , c.9, sh. 97.
(15) Tabakât-i İbni Sâd , c. 1, sh. 96.
(16) Siret-i Halebî, c. 1, sh. 39.
(17) Müslim, c. 3, sh. 65; Ebû Dâvûd, c. 3, sh. 218; İbnî Mâce, c. 1,sh. 501.
(18) Tabakât-i İbns Sâ'd, c. 1, sh. 117.
(19) Müslim, c. 1, sh. 133.
(20) el-Hâvî lil-Fetâvî, c. 2, sh. 393.
(21) Tecrid-i Sarih tercemesi, c. 4, sh. 685.
(22) Tefsir-i Kurtubî, c. 8, sh. 272.
(23) el-Hâvî lil-Fetâvî, c. 2 , sh. 395.
(24) Bakınız: Sûre-i Bakara, 133.


________________________Bu meselenin münakaşasına girmeden, mevzu üzerine Bediüzzaman'ın bir cevabını kaydedeceğiz:

"Resul-u Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm'ın peder ve valideleri, ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imândır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem'inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini, elbette rencide etmez. Eğer denilse: Madem öyledir, neden onlar Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm'a imana muvaffak olamadılar? Neden bi'setine yetişemediler?


Elcevap: Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-u Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm'm ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevi evlad mertebesine getirmemek için, hâlis kendi Minnet-i Rububiyeti altına alıp, onları mesut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki. valideynini ve ceddini, ona zahiri ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âli bir müşirin, yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi, birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan Yaver-i Ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor." 25
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

BEŞİNCİ NÜKTE

Sual ediyorsunuz ki: "Zaman-ı fetrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin miydiler?"

Elcevap: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, 2 sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.

ALTINCI NÜKTE

Dersiniz ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadlarından nebî gelmiş midir?"

Elcevap: Hazret-i İsmail Aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı kat'î yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid ibni Sinan ve Hanzele namında iki nebî gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebîden, Kâ'b ibni Lüey'in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki,

3

demesi, mucizekârâne ve nübüvvettârâne bir söze benzer.


Yirmi Sekizinci Mektup - s.532

İmam-ı Rabbânî, hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: "Hindistan'da çok nebîler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış; veyahut mahdut birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar, veyahut nebî ismi verilmemiş."

İşte, İmamın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebîden bu nevi nebîlerin bulunması mümkün...

YEDİNCİ NÜKTE

Diyorsunuz ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?"

Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, "Bana Kur'ân yeter" diyor. Böyle teferruat mesâilinde, bütün kütüb-ü ehâdisi tetkik edip en akvâsını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i imandır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez.

Eğer denilse: "Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi'setine yetişemediler?"

Elcevap: Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlât mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mes'ut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âli bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yaver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.

SEKİZİNCİ NÜKTE

Diyorsunuz ki: "Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esah nedir?"

Elcevap: Ehl-i teşeyyu', imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur:

Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir. Ve'l-ilmü indallah. Lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah.4

 

 

5



(25)Yirmi Sekizinci Mektup RİSALE-İ NUR(SAİD NURSİ (Rad))
BUNA KARŞI DİZ UZATANLARIN DİLİ KURUSUN






PEYGAMBERİMİZ MİRAÇTA RÜ'YETİ CEMALİ-YANİ ALLAH C.C BİZZAT GÖRDÜMÜ
ŞİMDİ ASRIN ALİMİ VE ASIRLARIN ÜSTADLARI ALİMLERİ KONUŞUYOR....



değerli kardeşim sevgili peygamberimiz mirac yolu ile bu alemden çıkarak beka alemine girmiştir ve orda zat- ı zülcelalin rüyetine mazhar olmuştur.
Peygamberimiz (sav)’in o gece Allah’ı gördüğü kesin ve şüphesiz bir hakikattir. Bu konuda ilk dönem âlimlerinden bazıları karşı görüş beyan etmişse de sonraki gelenlerden, İmam Eş'arî,  Abdülkâdir-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Taftazânî, Mevlana Halid-i Bağdadî, İmam Nevevî gibi ehl-i sünnetin büyükleri gördüğünde ittifak etmişlerdir. Nevevi şöyle demiştir: “Âlimlerin çoğuna göre Hz. Peygamber (sav), Rabbini görmüştür.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Resul-ü Ekrem (sav)’in miraç gecesinde Allah’ı gördüğünü, Miraç Risalesi’nde şu ifadelerle açıklamıştır: “Sohbete müşerref olup, rü'yet-i cemal-i İlahîye (Allah’ın güzelliğini görmeye) mazhar olarak (kavuşarak), fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.”

ehli sünnetçe cenab-ı hak dünya aleminde görülemez ama cennette müminlere görünecektir.
bu rüyetin keyfiyeti hakkında ise alimler genelde susmayı tercih etmiştir..ALLAH nasıl biliniyorsa,kelamı işitiliyorsa görülebilirde..rüyet hakdır..


--------------------
Risale-i Nur, bu zamanın müdhiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.
Değerli Kardeşimiz;

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: (Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile “Allahü teâlâ dünyada görülmez” buyurdu.) (Mektubat, 283)

Kur’an-ı kerimde buyuruldu ki: (Onu [Allahı> gözler idrak edemez.) [Enam 103>
İmam-ı Nevevî, (Gözler idrak edemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak edemez demektir. Yoksa rüyet haktır) buyurdu.

Evliyanın büyüklerinden Mevlana Halid-i Bağdadî hazretleri buyuruyor ki: (Dünyada Allahı gördüm diyen zındıktır. Evliyanın kalb gözü ile görmesi rüyet değildir.) (İtikadname)

İmam-ı Gazalî hazretleri de, (Allahı dünyada görmek mümkün olmaz) buyuruyor. (İhya)
Allahü teâlâ, Hz. Musa’ya buyurdu ki: (Sen beni göremezsin.) (Araf 143)

İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri gibi büyük zatlar ise, Peygamber efendimizin Miracda Allahı gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu bildirdiler.

Dünyada Allahı görmek imkansız olduğu için, Hz. Aişe, (Resulullah Allahı gördü diyen yalan söylemiş olur) buyurdu. (Buhârî)

Miracda Allahı gördü

Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid ve evliyanın büyüklerinden S. Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyuruyor ki:

(Mirac gecesi Resulullah, Allahü teâlâyı gördü. Çünkü Cabir bin Abdullah, Peygamber efendimizin (Necm) suresinde, (Elbette On
u gördü) ayet-i kerimesi üzerine, (Elbette Rabbimi gördüm) buyurduğunu ve aynı surenin (Sidret-ül-münteha yanında) ayet-i kerimesi üzerine, (Ben sidret-ül-müntehada Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahî vechinin nuru, benim için zahir oldu) buyurduğunu bildirmiştir. İsra suresini 17. ayetinin tefsirinde, İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: (Mirac gecesinde Resulullah, Allahü teâlâyı gördü.) (Gunyetü’t talibin)

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki:

(O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekan çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedî bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce yıl sonra, cennete gidişlerini ve cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir. Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada gördü denilmiştir.) (Mektubat, 283)

(Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Görülür diyen yalancıdır. Bu dünyada bu nimet nasip olsaydı, herkesten önce Hz. Musa görürdü. Peygamberimiz Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girip oradan gördü. Yani ahirette görmüş oldu.) (C.3, Mektubat,17)

Mevlana Halid-i Bağdadî buyuruyor ki:
(Resulullah, Allahı Miracda gördü. Bu görmesi dünyadaki görmek gibi değil idi.) (İtikadname)

Kur’an-ı kerimde, (Dünyada kör olan, ahirette de kör olur) buyurulması, kâfirler içindir. Müminler, ahirette Allahı görecektir. (Berîka)

Ehl-i sünnet âlimleri, (Allahı müminler görür, fakat cehennemde kâfirler göremez) buyuruyor.

İmam-ı Şafii ve İmam-ı Malik, Mutaffifin suresinin, (Kâfirler o gün Rablerini görmekten mahrum kalacaklar) mealindeki âyeti açıklarken buyuruyor ki:
(Bu ayet, müminlerin Allahü teâlâyı göreceklerine bir delildir. Öyle olmasaydı, kâfirler göremez buyurulmazdı.) (Hazin)

İmam-ı Rabbanî hazretleri, Enam suresinin 103. ayetini açıklarken, (Müminler, ahirette Allahı göreceklerdir) buyuruyor. (c.3, m. 44 ve 90)

Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir) buyuruyor.

Allah cennetten görülür

Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Ahirette, [müminler> yüzleri nurlu ve parlak olarak, Rablerine, bakarlar.) (Kıyamet 22, 23)

(Güzel amel edenlere, hüsna [Cennet> ve ziyadesi de vardır.) (Yunus 26)
Buradaki ziyade kelimesini Resulullah efendimiz rüyet (Allahü teâlâyı görmek) olarak açıklayıp buyurdu ki:
(Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbinizi net görürsünüz.) [Buhârî>

Ahirette Allahü teâlânın görüleceğinde icma vardır. Mutezile inkâr edip diyor ki:
(Görmek için beş şart gerek: Görünen şey bir yerde olmalı, bir tarafta olmalı, karşısında olmalı, çok uzak ve çok yakın olmamalı ve gözden çıkan şualar o şeye ulaşmalı! Bakan ile bakılan şey arasında ışık olmak da şarttır. Bu şartlar Allah için söylenemez ve görmek imkansız olur.)

Bu şartlar dünya ölçüleri ile ilgilidir. Ahiret işleri, dünya işlerine hiç benzemez. Dünyanın batısında olan bir kör, Allahü teâlânın kudreti ile dünyanın doğusundaki bir karıncayı görür. Allahü teâlânın kudretinden şüphe edilmez. Tecelli genel ve özel olmak üzere iki kısımdır:

Genel tecelli bir cuma günü kadar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ cennet ehline her cuma günü tecellî eder.) (C. sağir)

Özel tecellide cennettekiler eşit değildir. İlim ve ameldeki olgunluklarına göre görürler. En yüksek derecede olanlar, her zaman müşahede ederler. (Feraid-ül-fevaid)

Dünyada imandan mahrum olan, ahirette de rüyetten mahrum olur. (Medarik)






























 

 

Son Bir Ay 19922 ziyaretçikişi burdaydı!


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol